1755 Büyük Lizbon Depremi ile altüst olan İlahi Plan – Kader Planı

Paylaş
Hristiyanlıktaki, Yahudilikteki ya da Hindu dinlerinde var olan “The Divine Plan/İlahi Plan” ya da Müslümanlıktaki adıyla “Kader”, yaşanan her şeyin ve her koşulun Tanrı tarafından önceden belirlendiği inancını aşılar.
Adı üstünde inanç, bir kanıta dayanmaz. Kendin rahatlayabilirsin ama bunu rahatlatmak için kullanma. Sorumluluklarından kaçarak başımıza ne geliyorsa gelsin suçu Tanrı’ya atma, iyi ya da kötü yaşanan her şeyin ondan geldiğine inanılan bu fikir insan için büyük kötülüklerden biri.
İnsana rahatlık sağlayan ve sürekli bunu öne sürerek suçu başkasına atan bu düşünceden kurtulmamız gerek.
İnsanlığa yapılan en büyük kötülük, yıllar boyunca birçok filozof, teolog ve sosyal yorumcu tarafından tartışılmış bir konu olan kader öğretisidir. Elbette, yalanlanabilecek ve doğrulanabilecek bir konu olmadığı için, insanı sömürmek açısından ideal bir fikirdir. Çünkü, tamamen imanla ilgilidir, kanıta veya bilime dayanmaz. Zaten bu yüzden senelerdir hiç kimse işin içinden çıkamaz ve tartışılır durur.
Bu tartışmanın kesin bir kazananı olmasa da kesin olan bir şey var: “İlahi plan” ya da “kader” söylemine sığınarak gerçeği gizleyen politikacıların, yöneticilerin eylemleri, bir topluma yapılabilecek en büyük kötülük biçimlerinden biridir.
Bu kavram, tarih boyunca pek çok kültür ve toplumda dini ya da siyasi güç elde etme ve sürdürme aracı olarak kullanılmıştır. Politikacılar, ilahi bir plan fikrine başvurarak, savaşlar ve toplu katliamlardan siyasi muhalefetin bastırılmasına kadar her türlü zulmü meşrulaştırabilirler. Dini otorite kisvesinin arkasına saklanarak, eylemlerinin sorumluluğundan kendilerini muaf tutabilir ve vatandaşlarından gelen eleştirileri saptırabilirler. Yapıyorlar da.

Siyasi gücü meşrulaştırmak için dinin bu şekilde kullanılmasına, 16. yüzyıldaki İspanyol Engizisyoncularından 20. yüzyıldaki Sovyet Politbürosuna kadar tarih boyunca şahit olduk. Bu vakaların her birinde, politikacılar kendi çıkarlarını gizlemek ve vatandaşlarını manipüle etmek için dini otorite kisvesine sığınmışlar, üstelik tüm bunları ilahi plan/kader söylemine sığınarak yapmışlardır.
Bu olgunun en kayda değer örneklerinden biri 20. yüzyılda Almanya’daki Nazi liderlerinin eylemlerini meşrulaştırmak ve eleştirileri saptırmak için “ilahi takdir” söylemini kullanmalarıdır. Eylemlerinin Tanrı tarafından yaratılan daha büyük bir planın parçası olduğunu iddia ederek, nüfusun büyük bir kısmından destek toplayabildiler ve soykırım planlarını nispeten kolaylıkla halka kabul ettirdiler.
Ancak ilahi plan söyleminin kullanımı tarihsel örneklerle sınırlı değildir, zira bugün dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde siyasetçiler tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Orta Doğu’daki teokratik rejimlerden Batı’da dini duyguları kendi çıkarları için istismar eden siyasi liderlere kadar, bu söylemin insana verdiği zararlar hala ortadan kalkmış değil.
Bu söylemin etkileri en çok, iktidarlarını sürdürmeye çalışan politikacılar tarafından sıklıkla hedef alınan marjinalize edilmiş ve baskı altındaki topluluklar tarafından hissedilir. Bu topluluklara sıklıkla çektikleri acıların daha büyük bir ilahi planın parçası olduğu ve hayattaki kaderlerini kabullenmeleri ve kaderlerine razı olmaları gerektiği söylenir. Bu söylem özellikle yoksulluk, eşitsizlik ve siyasi baskı ile mücadele eden toplumlarda etkilidir ve mevcut güç yapılarını pekiştirmeye, ezilenlerin değişim talep etmesini engellemeye hizmet eder.
Dahası, politikacılar ilahi takdir kisvesinin arkasına saklanarak eylemlerinin sorumluluğunu almaktan kaçınırlar ve halkın eleştirilerini saptırırlar. Bu da yaygın muhalefet karşısında dahi iktidarlarını sürdürmelerini sağlar. Yakın dönemde yaşadığımız felaketlerde bile bununla yüzyüze geldik.
İnsanlığa yapılan en büyük kötülük kesin olarak cevaplanabilecek bir soru değildir. Ancak, “ilahi plan” ya da “kader” söylemine sığınarak gerçeği gizleyen politikacıların, bir toplum için en büyük kötülük figürleri arasında yer aldığını kabul etmemiz gerekir.
Eylemlerini meşrulaştırmak için dini kullanarak, vatandaşlarını manipüle ederler ve bu retorik sayesinde hatalarını başka bir gücün üzerine atmaktan çekinmezler. Gerçekleri gizlemeye yönelik bu girişimlere direnmemiz ve siyasi liderleri eylemlerinden sorumlu tutmaya devam etmemiz gerekir.
Avrupa tarihinin en ölümcül doğal felaketlerinden biri olan 1755 Büyük Lizbon Depremi, 1 Kasım sabahının erken saatlerinde Portekiz’in başkentini vurmuştu. Bu yıkıcı olay kent ve halkı üzerinde silinmez bir iz bırakmış, Portekiz tarihinin seyrini değiştirmiş ve yüzyıllar boyunca filozoflara, sanatçılara ve yazarlara ilham vermişti.
Sabah saat 9:40 sularında Lizbon’u vuran büyük bir deprem, şehir genelinde yaygın bir yıkıma ve kaosa neden oldu. Sarsıntılar kilometrelerce uzaktaki Fas’a kadar hissedildi ve altı dakikadan fazla sürdüğü kayıtlara geçti. Depremin ardından büyük bir tsunami meydana gelmiş, liman boyunca ilerleyerek binaları ve gemileri yutmuş ve ölü sayısını artırmıştı.
Depremin hemen sonrası tam bir yıkım sahnesi hakimdi. Şehrin yaklaşık %85’i tamamen yıkılmıştı. Bu felakette 100.000 kadar insan öldüğü tahmin edilir. Kurtarma ekipleri, birçoğu yıkılan binaların enkazında mahsur kalan depremzedelere ulaşmak için mücadele etti. Sokaklar ölüler ve can çekişenlerle doluydu ve hava, çıkan yangınların da etkisiyle rahatsız edici bir duman kokusuyla kaplıydı.
Büyük Lizbon Depremi’nin Portekiz toplumu ve Avrupa’nın geri kalanı üzerinde derin bir etkisi oldu. Deprem, dünyanın istikrarı ve Tanrı’nın gücüyle ilgili dönemin hakim düşüncelerine meydan okuyarak, bazılarının böylesine korkunç bir felaketin meydana gelmesine izin verecek “iyi Tanrı” fikrini sorgulamasına yol açtı. Voltaire ve Jean-Jacques Rousseau gibi filozoflar bu olayı dini ve siyasi kurumlara yönelik eleştirileri için bir zemin olarak kullandılar ve bu olay nesiller boyunca sanat, edebiyat ve müzik eserlerine ilham kaynağı oldu.

Lizbon’da bu felaket, şehrin dar sokaklar ve sıkışık evlerden oluşan bir ortaçağ labirentinden geniş, ızgara benzeri bir metropole dönüşmesini sağlayan büyük bir yeniden inşa çabasına yol açtı.
Deprem aynı zamanda bilim insanlarının depremlerin nedenlerini anlamaya ve gelecekteki felaketleri önlemeye çalışmasıyla yeni bir sismoloji biliminin doğmasına da yol açtı.
Büyük Lizbon depremi tüm dehşetine rağmen aynı zamanda olağanüstü bir cesaret ve merhamet dönemi olarak da hatırlanır. Arama kurtarma konusunda eğitimsiz, sıradan insanlar başkalarını kurtarmak ve hayatta kalanlara yardım ve teselli sağlamak için hayatlarını riske atarken, felaketten kahramanlık ve özverili hikayeler ortaya çıkmıştır. Bu nezaket ve cesaret eylemleri sayısız kişiye ilham vermiş, Lizbon’un bir direnç ve umut şehri olarak ününün yayılmasına yardımcı olmuştur.
Büyük Lizbon depreminden bu yana geçen yüzyıllarda şehir, her yeni dönemin zorluklarına ve değişikliklerine uyum sağlayarak gelişmeye ve evrilmeye devam etti. Bugün Avrupa’nın en canlı ve güzel şehirlerinden biri olan Lizbon bize, o dönem halkının direncinin ve ruhunun bir kanıtı olduğunu gösterir.
1755 Büyük Lizbon depremi, doğanın öngörülemeyen güçlerinin ve kriz zamanlarında bir araya gelmenin öneminin güçlü bir hatırlatıcısı olmaya devam eder.
1755’teki bu büyük felaket Avrupa düşünce tarihinde ufuk açıcı bir olaydır. Bu olay, kayıtlı tarihte Avrupa’yı vuran en yıkıcı felaketlerden biri olarak geçer. Dönemin entelektüel ve felsefi manzarası üzerinde derin bir etkisi olmuştur.
Felaketin ardından ortaya çıkan en önemli tartışmalardan biri, kötülüğün doğası ve Tanrı’nın dünyadaki rolü sorusuna odaklanan Leibnitz-Voltaire-Rousseau tartışmasıdır.
Alman filozof ve matematikçi Gottfried Wilhelm Leibnitz, Lizbon depremine ilk tepki veren düşünürlerden biriydi. Leibnitz, dünyanın var olan tüm alemlerin en iyisi olduğunu ve yaşanan her şeyin daha büyük bir ilahi planın yani kaderin bir parçası olduğunu savunan iyimserlik felsefesinin önde gelen savunucularından biriydi. Depremin bu planın gerekli parçalarından biri olduğunu ve anlık sonuçları yıkıcı olsa da daha yüksek bir amaca hizmet ettiğini savundu. Tanrı’nın büyük kader planından bahsetti.
Fransız filozof ve yazar Voltaire, Leibnitz’in görüşlerinin en keskin eleştirmeniydi. “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir” adlı şiirinde Voltaire, depremin herhangi bir ilahi planın parçası olmadığını, bunun yerine insan kontrolü dışındaki doğal güçlerin bir sonucu olduğunu savunmuştu. Ayrıca felaketin dünyanın acımasızlığının ve anlamsızlığının kanıtı olduğunu, bunun “iyi ve her şeyi bilen” bir Tanrı’nın sonucu olduğuna inanmanın saçma olduğunu bellirtti.
Fransız filozof ve yazar Jean-Jacques Rousseau ise, kötülüğün doğası sorusuna farklı bir yaklaşım getirmişti. Voltaire ile depremin herhangi bir ilahi planın parçası olmadığı konusunda hemfikir olmakla birlikte, depremin insanların erdem ve iyilik yolundan sapmasının bir sonucu olduğunu savunmuştur. Rousseau’ya göre deprem, insanları doğal olan yaratılıştaki hallerine dönmeye ve dünyayla uyum içinde yaşamaya çağıran Tanrı’nın bir uyarısıydı.
Leibnitz-Voltaire-Rousseau tartışması Avrupa düşünce tarihinde kritik bir hadisedir ve geniş kapsamlı sonuçları oldu. Deprem, kötülüğün doğası ve Tanrı’nın dünyadaki rolü hakkında önemli soruları gündeme getirmiş ve bunu takip eden tartışma, dönemin entelektüel camiasını ve düşüncesini şekillendirmeye yardımcı olmuştur.
Büyük Lizbon depreminden sonra Leibnitz-Voltaire-Rousseau tartışması sadece entelektüel bir egzersiz değildi, aynı zamanda gerçek dünyaya ilişkin sonuçları da vardı. Dönemin siyasi ve sosyal söyleminin şekillenmesine yardımcı oldu ve bugün hala kötülüğün doğası ve Tanrı’nın dünyadaki rolü hakkındaki tartışmaları etkilemeye devam eder.

Bu büyük felaketin Avrupa düşünce tarihinde bir dönüm noktası olduğunu ve ardından gelen Leibnitz-Voltaire-Rousseau tartışmasının da depremin en önemli miraslarından biri olduğunu söyleyebiliriz.
Leibnitz, Voltaire ve Rousseau arasındaki tartışma, eleştirel düşüncenin önemini ve bireylerin zamanlarının baskın anlatılarını ve inançlarını sorgulama ihtiyacını da vurgular. Deprem, dünyanın “iyi ve her şeyi bilen” bir Tanrı tarafından yönetilen uyumlu ve düzenli bir yer olduğu yönündeki hakim görüşe adeta meydan okur.
Bu üç filozofun tepkisi, trajedi ve acı karşısında bile, kadim çağlardan beri sorulan sorulara yeni bir ışık tutar. Dünya ve varoluşumuz hakkında daha derin kavrayışlara ulaşmak için aklı kullanmanın mümkün olduğunu gösterir. Bunların depreme verdikleri tepkileri bugün bir daha okuyarak, dünyadaki yerimize dair anlayışımızı şekillendirmede entelektüel sorgulamanın rolüne dair daha derin bir takdir kazanabiliriz.
Türkçe çevirisini eklediğim aşağıdaki uzun şiir, 1755 yılında şehri vuran ve geniş çaplı yıkıma ve can kaybına neden olan Lizbon felaketinin trajik olayını anlatır. Şiir, trajedinin ardından her biri ilahi bir plan kavramıyla boğuşan Voltaire, Rousseau ve Leibnitz arasındaki felsefi tartışmalara da vurgu yapar. Çeviri olduğu için şiir formatını kaybetmiş olsa da bize yaşanan bu felaketle, söz konusu tartışmalarla ilgili bir fikir sunar.
Mersin Üniversitesi’nden Metin Topuz ve Çağ üniversitesi’nden Ahmet Selim Tümkaya’nın çevirisini aşağıdaki belgede bulabilirsiniz.
Voltaire
Poème sur le désastre de Lisbonne
Lizbon felaketi üzerine şiir
[…] üzere doğal afetlerle cezalandırdığına dair bölümler yer alır. Avrupa bu düşünce ile Büyük Lizbon Depremi sonrasında yaşanan tartışmalarla yüzleşmişti. Hem de 1755 yılından […]