Cennet mi, Ahlak mı? Kant’a Göre Tanrı’dan Korkan Ahlaklı Olamaz

Paylaş
Immanuel Kant 18. yüzyılda yaşamış bir düşünür. Ne kilise otoritesinden korkmuş, ne de ebedi cennet vaatlerine kanmış. O, felsefeyi bir korku ya da umut rejiminden kurtarmaya çalıştı. Ahlakı, tanrı buyruğundan, kutsal kitaptan, peygamberden değil; insanın aklından ve özgürlüğünden türetmeye çalıştı.
Immanuel Kant 18. yüzyılda yaşamış bir düşünür. Ne kilise otoritesinden korkmuş, ne de ebedi cennet vaatlerine kanmış. O, felsefeyi bir korku ya da umut rejiminden kurtarmaya çalıştı. Ahlakı, tanrı buyruğundan, kutsal kitaptan, peygamberden değil; insanın aklından ve özgürlüğünden türetmeye çalıştı. Kant’a göre insan, sırf doğru olanı yapmak için doğru olanı yapmalıdır. Bir davranışın ahlaki değeri, onun sonucunda kazanılacak ödülden veya kaçınılacak cezadan değil, o davranışın evrensel olarak geçerli bir ilkeye dayanıp dayanmadığından gelir.
Onun meşhur sözüyle ifade edersek:
“Öyle davran ki, yaptığın eylem herkes için geçerli evrensel bir yasa olabilsin.”
Yani Kant için yalan söylememek, yalanın günah sayılması nedeniyle değil, yalan söylemenin evrensel düzeyde bir çöküşe sebep olması sebebiyle yanlıştır. Eğer herkes yalan söyleseydi, yalanın kendisi zaten işlemez hale gelirdi. O halde yalan söylememek, sadece bireysel çıkarlarla değil, evrensel akıl yürütme ve mantıki tutarlılıkla ilgilidir. Bu düşünce sistemi, Kant’ın ahlak felsefesinin temel direğini oluşturan “koşulsuz buyruk” (categorical imperative) ilkesidir.
Koşulsuz buyruk, eylemlerin hiçbir dışsal ödül ya da ceza beklentisi olmadan, salt kendi içinde doğru olduğu için yapılması gerektiğini savunur. Kant’a göre ancak bu şekilde davranan bir birey gerçekten “ahlaki” davranmış olur. Ve tam burada mesele ilginçleşir. Çünkü Ortadoğu menşeli semavi dinlerin büyük kısmı tam tersine bir etik modeli benimsemiştir: ödül-ceza temelli bir ahlak ekonomisi.
Bu dinler sisteminde insanlara genellikle şöyle denir:
“İyilik yaparsan sevap kazanırsın.”
“İbadet edersen cennete girersin.”
“Günah işlersen cehennemde yanarsın.”
“Allah rızası için yaşa.”
Ancak burada şu soruyu sormak gerekir: Neden Allah’ın rızasını istiyoruz? Onun hoşnutluğunu kazanmak bir amaç değil mi? Bu hoşnutluk, bize sonsuz hayat, ödül, huzur, mükâfat olarak geri dönmeyecek mi? Dindar kişi bir eylemi gerçekten kendi başına doğru olduğu için mi yapıyor, yoksa o eylemin sonucundaki ödül veya ceza nedeniyle mi? Eğer ikincisi geçerliyse, Kant’a göre bu ahlaki değil, hesapçı bir davranıştır.
Kant bu konuda nettir: Eğer bir insan bir davranışı sadece Tanrı’nın emrettiği için yapıyorsa, bu kişi Tanrı’ya itaat ediyor olabilir ama ahlaklı biri değildir. Çünkü o kişi davranışını rasyonel ve özgür bir şekilde kendi iradesiyle seçmemiştir. Aksine, bir otoritenin baskısı ya da vaadi altında, kendi ahlaki muhakemesini devre dışı bırakarak hareket etmiştir. Oysa gerçek ahlak, insanın kendi aklıyla, özgürce, evrensel bir yasa olmasını dileyerek yaptığı eylemde ortaya çıkar.
Bu durumda dindar kişi kimdir Kant’a göre? Korkudan ya da umuttan hareket eden, ilahi deftere yazılacak artı puanları düşünen, eylemlerinin sonunda mükâfat bekleyen bir figürdür. Kant’a göre bu kişi, ahlaklı özne değil, akıllı bir yatırımcıdır. Hristiyan mı? “Bu dünyada acı çekeyim, İsa’nın acısını paylaşayım, ama ahirette cennetin tadını çıkarayım.” Müslüman mı? “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver; sevaplar biriksin, cennet garantilensin.” Yahudi mi? “Tanrı’nın buyruklarına uyarak vaadedilmiş topraklarda bereketli bir hayat yaşayacağım.”
Kant bu zihniyetin tamamına karşı çıkar. Ona göre bu hesap kitaplar, ahlaki erdemin doğasını bozar. Ahlak, ödül ve cezadan bağımsızdır. Eğer bir davranışın içinde “ama” varsa, ahlaki bütünlük kaybolur. “Doğru olanı yapacağım ama cehennemden de kurtulayım.” dediğiniz an, doğru olanı yapmanızın anlamı kaybolur. Çünkü siz artık doğru olanı değil, faydalı olanı yapıyorsunuzdur. Bu, ahlak değil, faydacılıktır. Ve Kant için faydacılık, ahlaki zayıflığın bir işaretidir.
Bazıları bu noktada savunmaya geçer ve şöyle der: “Ama biz bunları Allah rızası için yapıyoruz.” Güzel. Peki neden Allah’ın rızasını istiyorsun? Onun seni sevmesini mi, ödüllendirmesini mi, huzur vermesini mi? Hiçbirini istemiyorsan, sırf sevdiğin için mi yapıyorsun? O zaman bile sevginin karşılığında sevildiğini bilmek istemez misin? Onay görmek? Cennetle mükâfatlandırılmak? Huzur duymak? “Yo, ben hiçbir karşılık beklemiyorum” diyene Kant soğuk bir tebessümle bakardı. Çünkü insanın, özellikle de ödül-ceza sistemine doğmuş bir insanın, saf bir karşılıksızlıkla hareket etmesi neredeyse imkânsızdır.
Kant’a göre, gerçekten ahlaklı bir birey, Tanrı’dan korkmaz. Cenneti ummaz. Cehennemden kaçmaz. Yalnızca ve yalnızca, o davranışın kendisi doğru olduğu için doğru olanı yapar. Ne mukaddes topraklar, ne kitaplar, ne melekler ne de peygamberler… Hiçbiri onun ahlaki pusulası değildir. Onun pusulası, akıldır. Evrensel yasadır. Özgür iradedir.
Eğer bir gün şöyle diyebilecek birine rastlarsanız:
“Ey Tanrım, beni cennete alma, ama ben yine de doğru olanı yapmaya devam edeceğim,”
İşte o kişi Kant’a göre gerçek anlamda ahlaklıdır. Çünkü o kişi, pazarlık yapmadan, ödül beklemeden, sadece doğru olanı yaptığı için doğru olanı yapmaktadır.
Ve işin ironik yanı, Kant’a göre bu tür bir ahlak anlayışı, dinlerin sunduğu ödüllere ve tehditlere dayalı etik anlayışından çok daha yüksekte, çok daha asil bir yerde durur. Ahlak, ancak beklentisizlikte anlam kazanır.
Yeni yazılar yayına girer girmez ilk okuyan sen ol!
Tanrı'nın Yaratılışı
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” der Tekvin. Güzel bir giriş cümlesi. Epik. Ama şöyle düşünün: Bu cümleyi yazan kimdi? Tanrı mı, insan mı? Yani bir varlık hem yaratıp hem yazıp hem de kendinden üçüncü tekil şahısla bahsedebilir mi? Kısaca: Tanrı, önce yaratıldı, sonra yaratıcı ilan edildi.
Anayasaya El Basıp İrade Gasbı Yapanlar
Göreve başlarken “namusum ve şerefim üzerine” diye yemin edenlerin, birkaç ay sonra aynı metni bypass etmeye çalışması sadece hukuki değil, ahlaki bir meseledir. Anayasaya sadakat sözünü, politik esneklikle değiştiren bir anlayış, halkın iradesini temsil etmekten değil, yönetmekten bahseder. Bu yazı, yeminlerin anlamını, sadakatin süresini ve meşruiyetin kaynağını sorguluyor.