Anayasaya El Basıp İrade Gasbı Yapanlar

Paylaş
Göreve başlarken “namusum ve şerefim üzerine” diye yemin edenlerin, birkaç ay sonra aynı metni bypass etmeye çalışması sadece hukuki değil, ahlaki bir meseledir. Anayasaya sadakat sözünü, politik esneklikle değiştiren bir anlayış, halkın iradesini temsil etmekten değil, yönetmekten bahseder. Bu yazı, yeminlerin anlamını, sadakatin süresini ve meşruiyetin kaynağını sorguluyor.
Milletvekilinin ya da cumhurbaşkanının göreve gelir gelmez üzerine yemin ettikleri metin. Elini kaldırıp yemin etmek.
“Anayasa’ya sadakatle bağlı kalacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Güzel. Etkileyici. Ama sadece sahne. Kamera arkası başka.
Çünkü aynı kişi birkaç ay ya da yıl geçmeden “Bu anayasa bize uymuyor.”, “Biz yeni bir anayasa yapacağız, hem öyle referanduma falan da gerek yok.” demeye başlıyor.
Yani sahnede dram, perde arkasında dalga geçme var.
Soruyorum: Sadakat dediğin şey ne kadar sürer? Yemin ettiğin şeye sadık kalmadan başka bir metin yazmaya kalkmak ne demek? Daha görevinin mürekkebi kurumadan, yemin ettiğin anayasayı çöpe atmak hangi namus, hangi şeref terazisine sığar?
Bu düpedüz karakter meselesi. Hukuk falan değil. Çünkü mesele sadece anayasa değil, sözün kıymeti. “Namusum ve şerefim üzerine” diyorsan, o artık senin siyasi değil, insani mesuliyetindir.
Ama bu ülkede bazıları için “namus” sadece evliliğe özgü, “şeref” ise nutuk atarken hatırlanan bir dekor. İş icraata gelince hepsi buharlaşıyor.
Referanduma gitmeden anayasa yapmak istemek nedir, biliyor musun? Halkı dolandırmak.
Çünkü halkın adına karar alıyorsun ama halka sormuyorsun.
Üstelik bunu “Halkın iradesini temsil ediyoruz.” diyerek yapıyorsun.
Madem halkın iradesisin, niye halktan korkuyorsun?
Bir anayasa varsa ve sen onun üzerine yemin etmişsen, o metni çiğneyemezsin.
Değiştirmek istiyorsan, usul bellidir: Önerirsin, halk oylamasına gidersin, halk kabul ederse yürürlüğe girer.
Ama ne oluyor? Bizde öyle bir kibir var ki: “Biz yazarsak olur” kafası.
Anayasa’yı zorluyor, kıvırıyor, gerekirse yok sayıyor.
Çünkü kendini anayasa’dan üstün gören bir siyasi akıl, artık halkın iradesini değil, kendi iradesini temsil eder.
1982 Anayasası bile referandumla geldi. Üstelik askeri darbeyle yazılmıştı.
Bugün sivil olduğunu iddia edenler, ‘82 darbecilerinden daha mı az halkçı?
“Yeni anayasa” deyip, halktan gizli saklı bir şey pişirmek isteyen herkes aslında şunu demek istiyor:
“Ben bu sistemi değiştirmek istiyorum ama siz karışmayın, çünkü sizin fikriniz bana engel.”
Buna halk dilinde darbe denir.
Askeriyle, siviliyle fark etmez.
Hukukun, halkın, yeminlerin, metinlerin dışına çıkıp “Ben öyle istiyorum.” demek darbeciliktir.
Ve sivil darbe, üniformalı olandan daha sinsidir. Çünkü bayrak sallayarak değil, demokrasi maskesiyle gelir.
Mevcut anayasaya bağlı kalacağına yemin eden birinin, sonra çıkıp “Yeni anayasa yapacağım ama halkı karıştırmam.” demesi, nikâh masasındaki “Ölene dek birlikteyiz.” lafının ertesi gün boşanma davası açmasından farksızdır.
Tek fark, bu boşanmada halk terk ediliyor.
Sandık dışı her anayasa, halk iradesine atılmış bir şamardır.
Ve bu şamar her seferinde sessiz atılır.
Çünkü sesi çıkanlar hain ilan edilir.
Aslında olay “değiştirmek” değil, hangi yolla değiştirmeye kalktığın.
Yemin ettiğin kuralların dışına çıkıyorsan, o yemin çöpe gitmiştir.
Eğer namus ve şeref üzerine ettiğin yemine sadık kalmayacaksan, yemin etme.
Ama ettiysen, sadık kal.
Çünkü bu ülkede artık insanlar Anayasa’ya değil, yemin edenlerin ne zaman döneceğine odaklanıyor.
Eğer namus ve şeref üzerine ettiğin yemine sadık kalmayacaksan, o yemin sahtekârlığın kılıfı, Meclis ise tiyatronun sahnesidir.
Çünkü görece geldiğin bir anayasanın üstüne el basıp “Sadık kalacağım.” deyip, sonra o anayasayı değiştirmek değil, bypass etmek istiyorsan; senin ne sözünün ne de temsil ettiğini iddia ettiğin halkın iradesinin bir hükmü kalmamış demektir.
Öyle bir durumda meşruiyet artık halktan değil, kendi ağzından çıkan cümlelerin yankısından alınır.
Yani meşruiyet değil, sadece gürültü vardır.
Ve unutma: Halkın onayı olmadan yapılan her anayasa girişimi, ister paletle gelsin ister smokinle, bir irade gaspıdır.
Bu yemin bozulduysa, artık ortada ne anayasa kalır, ne sadakat, ne de şeref.
“Ama bu darbe anayasası…” diyorlar bir de utanmadan.
Peki güzel kardeşim, madem öyle, neden elini kaldırıp o “darbe anayasası”nın üzerine namusun ve şerefinle yemin ettin?
Niye Meclis kürsüsüne çıkıp o metne sadakat sözü verdin?
Sana biri silah mı dayadı? Zorla mı ettirdiler o yemini?
Eğer gerçekten samimiysen, o kürsüde “Ben bu anayasaya bağlı kalamam, çünkü bu darbe anayasasıdır.” deyip istifa edecektin.
Ya da en azından yemin etmeyecektin.
Çünkü namus ve şeref üzerine edilen yemin, “ama”yla, “aslında”yla, “şartlı sadakat”le geçiştirilecek bir şey değildir.
Yemin ettiysen, sadık kalırsın.
Kalamayacaksan, edemezsin.
Bu kadar basit.
Bugün “Bu anayasa darbe anayasası.” deyip halktan yetki almadan yeni metin yazmaya kalkıyorsan, senin o yeminle, o halkla, o hukukla hiçbir samimi bağın kalmamış demektir.
Birileri darbeyle yazmış olabilir ama sen onu yeminle meşrulaştırdın.
Şimdi ise işine gelmediği yerde “Bu darbe anayasasıydı zaten.” diyorsun.
Darbe metni olduğuna o zaman itiraz etmedin de, şimdi mi geldi aklına?
O yemin seninle kaldıysa eğer, artık o anayasa da seninle kalmak zorundadır.
Aksi hâlde sen sadece bir anayasa değiştiren değil, yeminini satan bir kişiliksin.
Yeni yazılar yayına girer girmez ilk okuyan sen ol!
Cennet mi, Ahlak mı? Kant’a Göre Tanrı’dan Korkan Ahlaklı Olamaz
Immanuel Kant 18. yüzyılda yaşamış bir düşünür. Ne kilise otoritesinden korkmuş, ne de ebedi cennet vaatlerine kanmış. O, felsefeyi bir korku ya da umut rejiminden kurtarmaya çalıştı. Ahlakı, tanrı buyruğundan, kutsal kitaptan, peygamberden değil; insanın aklından ve özgürlüğünden türetmeye çalıştı.
Pisagor’un Fasulye Travması
Bu yazı, Pisagor’un sayıların ilahi düzenini savunurken fasulyeye karşı gösterdiği takıntılı düşmanlığı, ironik ve alaycı bir dille ele alıyor. Türkiye’de çocukların sayı saymayı fasulyelerle öğrenmesiyle başlayan metin, Pisagor’un fasulyeyi ruhun geçit kapısı olarak görüp yemeyi yasaklamasını tarihsel ve felsefi bir çelişki olarak sunuyor. Eğitici bir materyal olarak kullanılan fasulyenin, sayıların efendisi tarafından lanetlenmiş olması; sayıların armonisini çözen bir filozofun, kuru baklagil yüzünden ölmesiyle trajikomik bir hâl alıyor. Yazı, eğitim sistemi, felsefe ve bağırsak gazı arasında şaşırtıcı bağlar kurarak, mizahi bir dille hem geçmişe hem günümüze laf çakıyor.